Sokak taşlarının birbirini kesen çizgilerine basmadan yürümeye çalışıyordu. Elleri boştu.
Siyah deri pardösüsünün cepleri de. Sokağın gece sakinleri tetikte bekliyordu. Adam, onlar için kolay bir avdı. Tinerci çocuklardan biri, burnuna yapıştırdığı poşeti yanmakta olan ateşe fırlattı. Acı ve düş aydınlandı yüzlerinde. O, adımlarının ritmini bozmadan yürümeye devam etti. Karşı kaldırımdan geçen sarhoş, elindeki şişeyi fırlattı caddenin ortasına. Eğer durursa zor bela yakaladığı ritmi yitirecekti sanki. Sokağın bitimindeki mezarlığı geçerken ürperdi bir an. Mezarlığın sonunda başlayan koruluğa girdi. Beyninde bir yer, kontrolü ele geçirmişti. Hiç durmadan yürüyen o değildi. Kalbi bedeninden büyüktü. Mikro kozmosta hareket eden küçücük bir noktaydı.
Nereye gidiyordu? Neden bu kadar korkuyordu? Bir şeyler eksikti, bir şeyler yarımdı. Suçla! Kendini suçla, karşındakini suçla, boşver ritmini bozma, yürü. Aslolan “sahip olmak”, yalnızca “olmak” değil. Hep daha fazlası vardı. Sonsuzu istiyordu o. Sonsuza giderken önüne geçen her şey ezilmeliydi. Sık ağaçlı korulukta, ay ışığını göremese de yürüyüşünün ritmini bozmamalıydı.
…
Gün doğmak üzereydi. Ağaçların arasından incecik sızan ışık huzmelerinin altında yürümeyi sürdürüyordu. Bir süre sonra ağaçlar seyrelmeye başladı. Toprak yumuşaktı. Adım attıkça ayakları çamura gömülüyordu. Birden durdu. Büyük çatırtılarla toprak yarılmaya başladı. Beyaz mermer bir bina yükseldi gözlerinin önünde. Keşfetmeliydi. Sahip olmalıydı. Yüksek sütunlu basamaklardan yavaş yavaş çıktı. Son basamakta binanın ağır demir kapısı gıcırdayarak açıldı. Başını kaldırıp baktığında kapının üstünü göremedi. İçeriye girdi, devasa mermer sütunlar eşit mesafelerle yukarıya; bilinmeyene doğru uzanıyordu. Etrafındaki her şey dönmeye başladı. Gözlerini kapattı. Dışarıdaki ağaçları, kuşları kelebekleri gördü. Binanın arkasında yemyeşil çimenlerin arasında uzayıp giden çamurlu bir patika vardı. Çimenlerin üzerindeki serin çiğ damlalarına dokunmak geçti içinden eğildi, elini uzattı, hissettiği ıslaklıkla açtı gözlerini. Siyah mermer zeminin üzeri, ancak bir örümceğin boğulabileceği derinlikte su tabakasıyla kaplıydı. Parmaklarını oynattı, gerçeklik dalgalandı. Ayağa kalktı, etrafı dinledi. Ne rüzgârın sesi ne de kuşların cıvıltısı girebiliyordu içeriye. Arkasını döndü, büyük demir kapı kapanmıştı. Koştu. Kapıyı açacak herhangi bir kol ya da kilit yoktu. Korku, anlamını yitirdi.
Bir yerlerden içeriye dolan gün ışığından vaktin epey geçmiş olduğunu anladı. Çevresine bir kez daha baktı. Kocaman dikdörtgen bir salonun ortasındaydı, ne bir pencere görebildi ne de bir delik. Yalnızca sonsuza uzayan duvarlar ve sütunlar… Tekrar yumdu gözlerini. Yine dışarıdaydı. Çamurlu patika yoldan yürümeye başladı. Binadan çıkmanın yolu yalnızca bu muydu? Patikanın sonu nereye çıkıyordu? Adımlarını hızlandırdı… Koşmaya başladı… Koştukça uzuyordu yol. Aynı ağaçlar, aynı kuşlar, aynı ağacın dalına konmuş aynı sesle öten kuşlar. Etrafındaki manzara hiç değişmiyordu. Dışarıda ya da içeride göremediği kör bir nokta olmalıydı. Buradan kurtulmanın yolu o kör noktadan geçiyordu. Nasıl bulacaktı onu? Her zaman değiştiremeyeceğine inandığı dünyanın içinde kendine bir yaşam alanı açmayı başarabiliyordu. Onun için o kadar kolaydı ki bu. Görme! Duyma! Konuşma! Sessizce bas üstüne yürü, ritmini bozma. Şimdi öyle bir yerdeydi ki… İstemese de her şeyi görüyor,
duyuyordu. Tiz bir kemanın sesiyle açtı gözlerini. Tavanı görebildiğini fark etti. Mermer sütunlar yavaşça alçalıyor olmalıydı. Sütunlar alçaldıkça incelip birbirlerine dolanıyordu. Kemanın melodisi hızlanıyor, hızlandıkça sesi yükseliyordu. Sütunlar çatırdamaya başladı. Keman hızlandı. Çatırtılar… Melodiler… Elleriyle kulaklarını kapatması sesleri duymasına engel olamıyor, beyni paramparça oluyordu. Tavan iyice alçalmıştı. Yere uzandı. Tam yukarıda yüzünü gördü, tavanın ortasında ve kocamandı. Gözlerindeki korku büyümüş, dudak kenarları aşağı sarkmış, yüzündeki birbirine kesen çizgiler çoğalmış, her birinden kan sızıyordu. Bu, kendisi miydi? Ne kadar korkunçtu. Yüzünün altında ezilmek üzereydi. Sırtında hissettiği ıslaklık artmıştı. Üşüdüğü için mi titriyordu, yoksa korktuğu için mi? Buradan hemen çıkmalıydı. Gözlerini kapattı. Gerçeklik dışarıdaydı belki. Patika yolun sonunda bir çıkış olabilirdi. Burası bir yanılsamaydı. Beyni verilen emre karşı koyuyor, gözlerinin kapanmasına engel olamıyordu. Bütün gücünü ve sabrını yitirmeye başlamıştı. Olacaklara boyun eğemezdi. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Tavan o kadar alçalmıştı ki, yüzünün gözlerini görebiliyordu yalnızca. Birden kemanın melodisi durdu. Sütunlar ağır ağır yükselmeye başladı. Yüz küçüldü, kan durdu. Yüz küçüldü, kayboldu. Tabanı kaplayan su önce dalgalanmayı durdurdu sonra yavaş yavaş azaldı… Bitti! Yerdeki mermer plakaların arasından çıkan incecik sarmaşıklar, sütunların etrafını sarıyordu, sardıkça kalınlaşıyorlardı. Kalp atışlarının ritmi yükseliyordu. Duvarlar sarsılmaya başladı. Sarmaşıklar sütunları boğuyordu. Ayağa kalktı. Bütün gücüyle haykırmak istedikçe yuttu sesini. Duvarlar parça parça yıkılıyordu. Kapının olduğu tarafa doğru koşmaya başladı. Attığı her adımda bir parçası daha yıkılıyordu sütunların, duvarların. Kapının önüne geldiğinde bina neredeyse yok olmuştu. Düşen her parça tekrar toprağa gömülüyordu. En son kapı büyük bir gürültüyle dışarıya doğru yıkıldı… Önünde derin bir boşluk uzuyordu. Düştü! Düştü… Düştü…
- Birileri soruyordu:
- Kimdi bu?
Birileri yanıtlıyordu:
- Hiç kimse. Belki de herkes.
0 Yorumlar